Halil Demir – Poyraz ve Zakkum | Öykü
Poyraz ve Zakkum
Bir başından diğerine, Akdenizli iki şehri, birbirine bağlayan uçurumlarla dolu bitmek bilmeyen bir yoldu güney boyunca seyreden güzergâhım.
Yüz defa gitsen, yüz yer keşfedersin. Bin defa gitsen, bin yer keşfedersin bu zikzaklı rotada.
Doğusundan başlayan bu yolculuğun ilk saatinde yol, herkesi bir yere yerleştirir. Sağı solu tıkış tıkış eder. Sahiller, birer karınca yuvasına döner bütün yaz.
Yol, ilerledikçe yükünü hafifletir. Her durakta ağırlıklarını denize atar. Hafifledikçe de hızlanır. Virajlara vardığında rahatlıkla sol sağ yapabilir artık.
Bir dağ bir deniz, bir dağ bir deniz, bir dağ bir deniz… Yüzlerce kilometre boyunca dağ ve deniz sırayla çıkıyor sahneye bıkıp usanmadan aynı rolü oynuyorlar. Dalgaları durdurmak için yükselmiş dağlar, kıyılar boyunca. Kızılçam ormanları ateşli ve bir kıvılcımda yakabilir bütün dağları.
Güzergâh boyunca dikiş diker gibi iki yanı birbirine bağlıyor yol. Bir dağ bir deniz, bir yeşil bir mavi, bir ters bir düz…
Uçurumlu kıyılar, dönemeçlerle dolu bu yolda gelen geçenler şikâyetçi olsa da bilmedikleri bir şey var. Her dönemeç, saklı bir koy demek aynı zamanda. Çoğu keşfedilmemiş uzak bir ada gibi zamanın durduğu yerde bekliyor. Aceleci olmayan yolcular buraları keşfedebilir ancak. Yolcuların pek azı yetişebilir buralara. Dönemeçler, çoğunu pes ettirir çünkü.
Sonunda navigasyonun gösterdiği konuma gelebildim. Yolu bitiremeyecektim, daha fazlasına gücüm yok zaten. Son dönemeçlerinde midem alt üst olmuştu bile. Telefondan gelen “hedefinize vardınız” sesine rağmen dağ başı gibi bir yerde indim araçtan.
Etrafta bir şey görünmüyor, yanlış yerde miydim acaba? Serilip dizilen dağlar var sadece.
Navigasyonu kontrol ettim yine. Bir hata görünmüyor. Karşıya geçince görebildim. Birden çıkıyor deniz, sahnenin sonunda sürpriz yapar gibi.
Harika bir koy bu. Karanın derinlerine saplanmış mavi bir hançer sanki… Deniz, alabildiğine sokulmuş içeri. Doğanın bu mahremiyeti karşısında şaşakalıyorum. Yolculardan, turistlerden sakınan, gizlenen bir mahremiyet bu… On metre geride dağların arasında kaybolmuştum. Burada ise sürpriz bir son var. Sonsuzluğa çağıran…
Az önce indiğim yarım otobüs, gözden kayboldu bile. Aşağı yürümem gerekiyor. Koyun bir ucundan başlayıp aşağı inen yolu bitirdim. Solumda sağımda beni cömert bir ev sahibi gibi yemişlerle dolu ağaçlar karşıladı hep. Zeytin ve keçiboynuzu ağaçları herkese yetecek kadardı.
Denizin rengi karış karış başka bir mavilikte. Dipteki yosunlar, güneşin açıları, ormanın yansıyan yeşilliği ile rengârenk görünüyor. Yabancıyı şölenle karşılayan tropik bir ruh var ortalıkta.
Yasemin kokusu ve begonvil, misafir karşılayan tatlı çocuklar gibi. Tepede, antik Yunan bilgeliğinde ışıl ışıl bir güneş…
Yalnız bütün kıyı çocukluğumdan beri nefret ettiğim zakkumlarla dolu. Bana kalsa bir tekini bırakmam bu çirkin ağacın. Zakkum çocukluk korkularıydı. Terk edilmiş bahçelerdi, terk edilmişlikti. Kötü, çirkin ve hastaydı. Hastalıktı. Ve ümitsiz hastalıklara tedavi haberleriydi. Ama hastalığa dairdi. Korkulara, yalnızlığa, terk edilmişliğe, tozlanmış çocukluğa dairdi; son yapraklarına kadar.
Lanetli, zehirli ve cehennemlikti. Akdeniz’in tatlı çocuklarından biri değildi o. Gözümü ondan almak için denize döndüm. Cehennemden kurtulan bir kaçak olarak sevinçle baktım cenneti andıran karşımdaki manzaraya.
Karşısındaki güzelliğe hayran hayran bakan, konduğu yerden gayet memnun görünen evler vardı, sahil ile orman arasında. Üç siteye ve yanında birkaç bahçeli eve kümelenmiş mutlu evlerdi. Denizaşırı bir hikâyede ulaşılmaz bir kıyıdaydı sanki ya da bir Anadolu masalının sessiz sakin köyü…
Sitenin girişindeki levhadan doğru yerde olduğumu anladım. “Esen Sahil Sitesine hoş geldiniz!” –Hoş buldum.
Gözümün gördüğü her yer dağ ve orman. Maviyi arkama alıp denizler gibi karanın içlerine doğru ilerledim. Günlük kiraladığım ev sitenin sonunda… Sezon henüz başlamadığından ortalıkta kimse görünmüyor. Sonradan öğrendiğime göre civar köylüler de poyraz duasına çıkmış meğer. Akdenizlilerin dualarında deniz, rüzgâr ve zeytin vardı. Yağmuru da güneşi de teklifsizdi, ev sahibiydi onlar.
Site müştemilatı, sondaki bloğun karşısında… Görevli, anahtarı vereceği yerde, eline alıp önüme düştü.
Eve kadar da eşlik etti bana. Kapıyı açıp buyur etti: “Bir ihtiyacınız olursa haber verin.” dedi. Bahşiş almak istemedi, ısrar ettim. Gerek yoktu, dedi. Birden gidip birkaç dakika sonra ekmek ve su getirdi. “İlk günden alışverişe gitmeyin.” dedi. Bunu hiç düşünmemiştim. Çantamda atıştıracak birkaç şey de vardı. Neyse ki şimdilik bir yere gitmekten kurtuldum. Arabam da yoktu zaten.
Mutfaktan salona geçtim. Ortalık nem ve küf içinde… Kokudan kurtulmak için hemen salonun balkona açılan sürgülü büyük
kapısını açtım. Arkamdan Hüseyin Bey seslendi: “Sakın kapı ve pencereleri açık bırakmayın. Etraf akrep- börtü böcek- dolu.” dedi. Ürktüm bir an. Gittiğini sanıyordum. Beni korkutmayı başarmıştı. Hem sesi hem de sözüyle. Yine de orda durup bir süre evin havalanmasını sağladım. Yoksa dayanmak mümkün olmazdı burada. İçerisi biraz düzelince kapı ve pencereyi kapatıp klimayı açtım. Sonunda rahat bir nefes alabildim.
Mutfak dolaplarını karıştırdım. Açık pakette kahve vardı. Küflenmemiş, kokusu mis gibi… Cezve de kolay bir yerdeydi. Tüp dolu. Kahvemi yapıp balkona yöneldim tekrar.
Salon, denize karşı… İçeriden tozlu bir sandalye aldım keyifle. Ama balkona geçince küçük bir şok yaşadım. Toz içinde çirkin bir zakkum duruyor gözlerimin önünde. Evi tuttuğumda, balkondan denizi görürsünüz, demişlerdi hâlbuki. Bütün keyfim kaçtı bir anda. İnanılır gibi değil. Masmavi deniz yerine bir beyaz zakkum ağacı var karşımda. İnadına gelip karşıma dikilmiş sanki. Beyaz ama kirliydi, masum değildi. Sağa geçtim sola geçtim, çaresiz. Denizden eser yok. Burada oturmaktan vazgeçip kahveyi soğutmadan içip kanepeye uzandım.
Uzanır uzanmaz hazır bekler gibi geldi uyku. Peşinden, gözlerimi kapatır kapatmaz kötü bir rüya başladı. Rüya değil kâbustu. Deniz değil zakkumdu gördüğüm. Beni rahat bırakmadı bütün gece. Nereye varsam peşimde lanetli bir gölge. Beni yakaladı, sarıp sarmaladı her defasında. İçine alıyor, kurtulamıyordum. Dalları çok kuvvetli, hayvan gibi hem de. Beyaz çiçekleriyle gözlerimi kapatıyor. Bir iki defa irkilmeyle uyansam da yeniden teslim oluyorum lanetli uykuya.
Sabaha doğru uyanınca kurtuldum ancak. Kâbustan geriye tek bir şey kaldı aklımda. O, berbat zakkumdan hemen kurtulmalıydım. Yoksa bir gece daha geçiremezdim burada. Onu düşüne düşüne sabahı buldum.
Zakkumdan kurtulmaya karar vermiştim artık. Tüpün yanında küçük bir balta vardı. Ev sahibi kızabilir ama umurumda değildi. Yalan söylemeyecekti bana. Belki de onun cesaret edemediği şeyi yaptığım için sevinecek. Kimse görmezse, ben kestim, demezdim zaten.
Baltayı alıp vardım ona. Dibinde çok kök var. İlla başıma bela olacak, zorlayacaktı beni. Ondan kurtulmam zaman alacak herhalde. İlk darbeyi vurunca üstüm başım tozla, beyaz çiçekleriyle doldu. Saçım, başım her tarafım zakkum içinde kaldı. İçine düşmüş, ona bulanmıştım sanki.
Vahşi, kıraç ve güçlüydü.
İlk kökten kurtulana kadar bütün enerjimi harcadım. Yoruldum birden, ter bastı. Tatlı bir esinti imdadıma yetişti. Serinledim biraz. Fakat çabucak şiddetlendi. Üstümdeki çiçekler, tozlar dağıldı. Kapıya yetişene kadar iyice güçlendi. Kapıyı kapatırken arkadan tuhaf bir ses de geldi. Açık unuttuğum pencereye yetişemedim. Öyle sert kapandı ki tuzla buz oldu sandım. İyice kapatmam lazım. Oradan gördüm Hüseyin Bey’i. Sesini az da olsa duyuyordum. “Hoca poyrazdır, üç gün durmaz bu.” diyor. Önlemini al, dediğini duydum ama ne yapabilirim ki?
Mutfağa, dolaplara, buzdolabına baktım ne var ne yok diye. Makarna, yağ, zeytin, bisküvi var. Birkaç gün idare ederim herhalde. Zorda kalırsam kısa süreliğine çıkarım evden.
Öyle olmadı ama üç gün boyunca kapıdan dışarı çıkamadım. Hüseyin Bey bir kere daha ekmek ve su getirdi. Alışkındı bu havaya demek.
İlk gün akşama kadar hiç ara vermedi poyraz. Korkunç sesler içinde kalakaldım. Gece gündüz yoktu.
Uğultusu kulağımın içinde yankılanıyor. Başka sesler de var. Çok sesli bir koronun ortasında Requiem dinliyorum. Korkular içinde. Çatıdan, camlardan, kapı eşiklerinden sesler geliyor durmadan.
Pencereden dev ağaçlar görünüyor. Poyrazın karşısında ne kadar da acizdiler. Korkmuş bir çocuk gibi yerinde duramıyorlardı. Ağaçlar bir o yana bir diğer yana sallanıyor. Kökünden kopup uçacaklar. Çatısıyla birlikte bütün evde öyle.
Korkunç sesi, uğultusu kulağımdan eksik olmadı. Yine de dayanamayıp kapıyı araladım ara sıra. Her defasında kaçıp güçlükle kapatabildim kapıyı.
Dolapta ne varsa bir şeyler uydurup yaptım, açlıktan ölmemek için. Haftalardır bu savunmasız yerdeyim sanki. Kapıma gelecek bir ekmeğe, bir suya, bir sese sarılabilirim.
Tüm gün güneş neredeydi? Hiçbir ışık yok sanki. Evin bütün ışıklarını açık tuttum, kesik değilse elektrikler. Her yer karanlığa gömülüyor yine de ışık yetmiyordu. Üst katlara çıkıp indim durmadan. Nefes alıyor, yaşadığımı anlıyorum o zaman. Uğultular içine hapsolmuş bu evde canlılığa dair bir işaret olsun diye, kapatmıyorum ışıkları. Poyrazdan beri günün yarısında elektrikler yok. Sular kesik, uzun uzun. İnternet hiç olmadı. Bir kara delik gibi bütün evren, bu yazlık evinde karanlık ve uğultu içinde sıkışmış ve yok olacak sonunda. Kâbus bitecek gibi değil.
Üç gün böyle geçti.
Üçüncü günün şafağında ışıkla doldu her yer. Kış bitmişti sanki. Uğultudan eser yok. Cırcır böcekleri dışında her şey sustu. Dışarıda muharebeden arta kalan bir savaş meydanı vardı.
Hiçbir şey yerli yerinde değildi. Kapının çevresini biraz olsun toparladım. Ne ayakkabılarım var ne sandalyeler. Hepsi uçup gitmiş. Her şey kayıp…
Bildik tek bir şey yerinde. Poyrazdan kaçarken kapıya bırak- tığım balta. Güneşin ışığı gözüme vurunca fark ettim. Bunca lanetin kapısını kırıp açan oydu. Kaçtım hemen ondan, korkuyla.
Ağaçlar, hep yerinde ama yaralıydılar. Kopan büyük dallar ayağıma takıldı. Ormandan gelen kütükler vardı etrafta.
Denizi görmeliyim. Yandaki evin arasından geçtim. Zakkum orada karşıladı beni. Balkonun önünden gelip buraya yerleşmişti demek. Gözlerime inanamadım. Hemen koştum balkona. Pırıl pırıl masmavi deniz, tam da karşımda sere serpe çarşaf gibi serili. Sonsuzluğa uzanmış. Nasıl olurdu bunca şey, kendimde miyim?
Yeniden ağaca vardım. Dibi, güneşte açılan şemsiyenin gölgesi gibi yusyuvarlak bir dairenin içinde beyaz çiçeklerle dolu… Diğer ağaçlar, koca dallarını bile kaybetmişti ama çiçekleri ürkek yavrular gibi dibinde toplanmıştı zakkumun. İlk vuruşumda saçıma başıma dolanan bütün çiçekler annelerinin dibinde toplanmıştı şimdi. Bembeyaz bir gölge gibi serilmiş ortaya.
Arınmıştı, masumdu, anaçtı. Önünde saygıyla eğildim ve tozunu aldım çocukluğumun. Zakkumla bizi barıştıran poyraza dua ettim bir Akdenizli gibi.
Bir Akdeniz mucizesiydi. Yörüklerin dilekleri tutmuştu bu defa. Güzelim çiçekleri birer inci gibi toplayıp bir kavanoza koydum. Suyla doldurunca ciğerlerimi şişiren uzun bir nefes aldım.
Masaldaki gibi bir kuğuya döndü, çirkin diye gördüğüm mucize.
Poyrazın bana hediye ettiği Akdeniz mucizeleriydi bunlar.
Yazan: Halil Demir