Kaptan’ın İzinde: Kentin Gizemli Hikâyeleri’nin Yazarı Halil Demir ile Kitabı Üzerine Bir Konuşma

Kaptan’ın İzinde: Kentin Gizemli Hikâyeleri’nin Yazarı Halil Demir ile Kitabı Üzerine Bir Konuşma

 

Aytuğ Kargı: Merhaba Halil Bey, öncelikle söylemem gerekiyor ki Kentin Gizemli Hikâyeleri,  son dönemlerde çağdaş edebiyatta okuduğum en iyi öykü kitaplarından biri oldu. İmzalı bir şekilde gönderdiğiniz kitap için çok teşekkür ederim. Deneyimlediğim kadarıyla kitap, Prolog bölümünde ve arka kapağında yer alan cümlelerinizi gerçekten karşılıyor: “Bu kitapta toplanan hikâyeler Kaptan’ın hikâyeleridir ve her birinde bir sır vardır. Bunlar ancak kirli bir ruhun yakalayabileceği sırlardır. Bulabilen, sularda arınsın.” Kurgularda işlenen konular gerçekten de minör duygulara işaret eden, kapitalin ve normun dışında konumlandırılmış. İnce detaylarla kapitalizmin karşısındaki karşıt, isyankar bireyin bakış açısını çeşitli metafor yaratımlarıyla çeşitlendiriyorsunuz.

 

En çok merak ettiğim mesele ise şu Kaptan. Gerçekten de bu kaptan hayatınızdan biri mi? Yoksa kurguda dış bir karakter yaratımı üzerinden onun sizin zihninizdeki deneyimlerini yani hikâyelerini mi okuyoruz? Hikâyelerdeki dil kullanımınız beni o kadar kurgunun içerisine aldı ki bu karakterin gerçek olduğunu düşündüm. Biraz açıklayabilir misiniz?

 

Halil Demir: Övgü dolu sözlerin çok teşekkür ederim, benim için ne kadar kıymetli olduğunu anlatmam zor. Hikâyelerin ruhunu yakalamış bu sorunla başlamak ayrı bir mutluluk açıkçası.

 

Belirttiğin gibi edebiyatı ve söylemi majör bir kurguya, yerleşik bir biçime karşı minör çıkışlarla, kaçışlarla yaratmaya çalıştım. Kaçacak yer bulamayınca Amerikan yerlileri gibi teslim olacağım yerde, uçurumdan atlamayı tercih ettim. Onlar birer kartala dönüştü. Ben de her bir hikâyede atlayacak başka bir uçurum aradım. Normlardan, klişelerden kurtulmanın başka bir yolu yok sanki. Her okur kendini bir kartala dönüştürmeli hikâyenin sonunda. Bakalım son hikâyede özgürlüğün peşine düşmüş kaç kartal olacağız?

 

Kaptan metaforu benim için çok önemli. Dalgalı bir hayattayız. Gemilerimiz dayanaksız. Ama birikimlerimiz var, tutkularımız ve düşlerimiz var. Keşif peşindeyiz. Kaptanı dinlersek yollar keşfedebiliriz. Korkularımızı ve karanlığı yenebiliriz. Henüz hiçbir duvar dikilmedi gemileri durdurabilecek. Rotanın sonunda cennet yok ama daha iyisi olabilir: Özgürlük!

 

Kaptan kim? Kaptan benim, sensin ve odur. Birinci tekilleriz. “Bizi, sizi ve onları” reddetmeliyiz. Seri bir üretimden geçip yaratılmadık. Ortak dertlerimiz yok, ortak çözümlerimiz de olmayacak. Tekil davranıp normlardan, inançlardan, kimliklerden kurtulmak mümkün. Bir özbenlik yani alter ego aslında Kaptan. Modern insan, kapitalin kötücül sesini dinleyerek boğmaya çalıştı onu. Onu yaşatmak kolay değil ama hikâyelerini unutmamalıyız. Kaptan kanlı canlı biri değil ama hepimizin bir kaptanı var bir yerde ve çok zaman ruhumuza sığamıyor. Heyecanlandırıyor bizi. Düşlerimizi, heyecanlarımızı diri tutuyor. Vazgeçtiğimiz pek çok anda bizi yeniden diriltiyor, ayaklandırıyor. Ayaklanmalıyız evet.

 

Aytuğ Kargı: Az önce okuduğum alıntıda okurdan bir beklentiniz var gibi gözüküyor. Bu sırları keşfetmesini istiyorsunuz. Ama şu cümle çok daha vurucu: “Bulabilen, sularda arınsın.” Bu cümleyi biraz açıklayabilir misiniz? Okurdan beklentiniz kitabın içindeki metaforları anlamlandırması mı? Okurunuzun uyanmış bir kişi olmasını mı bekliyorsunuz?

 

Halil Demir: Okurdan doğrudan bir beklentim yok. Kendi yolunu kendi anlamını bulacak o. Ben ne dersem diyeyim. Anlatının diyalektiği zaten böyle olmalı. Okur ne bulursa benim için bir kazançtır. Bunu okurla paylaşabiliriz. Hikâyeler buna açık sanıyorum. Başı sonu belli bir kurgunun çizgilerini olabildiğince silmeye gayret ettim. Okur hangi yoldan gitmek istiyorsa ve nereye varacaksa kendi bilir. En azından denemeli bunu.

 

Gelelim “Bulabilen sularda arınsın!” meselesine. Bunun için pek çok okurdan tepki aldım aslında. Tuhaf karşılandı. “Ne yani bir şey anlayınca kirlenecek miyiz, kötü mü olacağız?” türünden masum tepkilerdi bunlar. Sahiden çok ciddiye alındı. Fakat bu masumiyeti aşmamız gerekiyor artık. İyi şeyler, güzellikler peşinde değilim. Bunlar aptalca birer norm sadece. Tatlı olsalar da aslında zehir barındırıyorlar. Sonradan öğrenilmiş hepsi. Doğamızda güzellik var mı ki? Haber izleyip insanları iyi kötü diye ayıranlar beni okumasın zaten. Biraz yoldan çıkıp kötünün tadına neden varmıyoruz? Bir miktar kötülük herkese iyi gelecek belki de. Başka türlü arınamayız. İyi ve doğruyu, güzeli oynayarak sadece çocukları kandırabiliriz. Ama biz büyüdük ve dünya hep kirliydi aslında.

 

Aytuğ Kargı: Minör insan anlatılarınızla ilgili sormak istiyorum. Pisinin Rüyası tam anlamıyla bir kapitalizm eleştirisi. Okul’da hem eğitim sistemine hem de düzen olarak biz insanlara sunulan hiyerarşik üstünlüğü olan yöneticilerin kanunlarını da eleştiriyorsunuz. Bunları deneyim eden karakterler isyanlarıyla minör konumuna geliyor. Minör insanı işlerken kendi deneyimlerinizi yansıttınız mı? Size de minör duygulara sahip birisi diyebilir miyiz? Ya da bu anlatılar sizin gözlemlerinizden mi doğuyor?

 

Halil Demir: Açıkçası etkiye çok açık bir insanım. Siyasetten, öğretilerden, inançlardan olmasa da bir tınıdan, bir sözcükten, bir hayalden çok çabuk etkilenirim. Anlatılar, hem gözlemlerimden hem de iç dünyamdan ve imgelemden ortaya çıktı.

 

Gerçeklikten yola çıktım genelde. Her hikâyede bir yaşanmışlık var neredeyse. Ama onunla yetinmedim. Günlük ya da anı yazmadığıma göre özgürce deforme edebilirim gerçekleri diye düşündüm.

 

Sarhoşken yazdıklarım oldu. Gecenin bir yarısı bir düşten uyanıp yazdıklarım oldu. Üçüncü sayfa haberleri, televizyonda bir altyazı haberi beni bir anda bir hikâyeye götürdüğü oldu. “Çinli iki Budist, mağazadan cep telefonu çaldı” haberini altyazıdan görünce hikâye baştan sona aklımda hemen belirdi. Hikâyelerin bir özelliği de hepsinin bir çırpıda yazılmış olması. Tek oturuşta yazıp bitirdim hep. Yarıda bırakıp tamamlayabildiğim tek bir hikâyem bile olmadı. Aynı ruh halini, aynı biçemi yakalayamıyorum belki de araya bir şey girince.

Bu anlamda soruna net bir biçimde evet diyorum. Minör duygulanmalar, akışkanlıklar ve aşkınlıklar içinde bir insanım.

 

Aytuğ Kargı: Kurguların her birinde deniz ve doğa anlatısı da mevcut. İnsanın gerçekten tüm bu yaşamın gerekliliklerinden soyutlanıp kendisi olabildiği yerler var. Bu bakımdan son dönemlerde sıklıkla konuşulan eko-eleştiri açısından da kıymetli bir kitap kaleme almışsınız. Poyraz ve Zakkum’da ve Yılan’da bu temanın çok belirgin olduğunu düşünüyorum. Diğer hikâyelerde de bireyin doğa karşısında içinde barındırdığı primal duyguları açığa çıkarması söz konusu. Bu duruma yeni bir deneyim diyebilir miyiz? Yoksa öze dönmek olarak mı algılamamız lazım?

 

Halil Demir: Bütün hayatımız hep karada. Tuhaf değil mi bu? Denizler yanıbaşımızda halbuki. Ve karadan çok daha büyük, çok daha hayat dolu, çok daha özgür. Buna rağmen kendimizi karalara hapsettik yetmedi duvarlar inşa ettik, sınırlar çizdik. Kanunlar koyduk, zorbalar yarattık kendi ellerimizle. Doğa, ele geçirilmiş ruhumuz için eşsiz bir kaçış planı. Bundan daha gerçekçi bir umut yok. Doğa en büyük umudum. Adalar, nehirler, dağlar, denizler özgürlük dolu. Saatleri, günleri, randevuları, sözleşmeleri, ödevleri ve bütün sınavları unutmalıyız, kendi özgür doğamızı bulmak için. Özgürlük sadece orada gerçek olabilir. Başka türlü kendimizi kandırmaktan başka nereye varabiliriz? Sendikaya üye olup yoz bir partiye oy vererek kurtulabildik mi şimdiye kadar? Hayır. Onların da böyle bir vaadi yok zaten. Özgürlük değil sadece başka bir iktidar vaadediyorlar. Buna hiç vaktim yok benim. Bu hayalle tek bir günümü bile geçiremem. Hırslanıp kendimi zehirlemek istemiyorum, ‘Yılan’ gibi. “Uçurum” varsa var. Benim de yapabileceğim bir şey var elbet.

 

Çocukluk ve doğa arasında inanılmaz bir diyalektik var bence. İkisi birbirini çok güzel besliyor. Doğa, her yeniden dirilişinde bir daha yaşıyor çocukluğunu. Çocukluğun sınırsız dünyasında barajlar yok. Artık ne varsa orada, çocuklukta, hayatımızın bir daha hiçbir on yılı o kadar yoğun, derin, neşeli ve rengarenk olmayacak. Oradaki korkularımızı da düşlerimizi de hâlâ aşmış değiliz. Bin sene yaşasak da onlar ölmeyecek. Biraz daha yaşatabilsek daha iyi olmaz mıydı diye hayıflanmamak elde değil. Çocukluğun sınır tanımazlığı karşısında ne kadar da sıradan bir “olgunluğu” tercih ettik. “Bir bebekten bir katil üretebilen” bir canavarın kollarında şeytani ninnilerle uyutulup zehirlendik.

 

Doğa ise büyümeyi reddediyor, her seferinde. Dünyanın hiç büyümeyen çocuğu gibi. Hep aynı yaşta. Hem bilgelik dolu hem de tazelik… Öğrenmek gibi bir derdi yok. Bütün sular yolunu buluyor bir şekilde. Bunu okulda öğrenmesine gerek yok. Canı nasıl istiyorsa öyle davranıyor. Ne zaman ona müdahale etsen önünde duvarlar, setler kursan karşı çıkıyor. Ele avuca gelmez bir taşkınlığı var. Dizginlemek imkansız. Orta sınıf kaypaklığı yok onda. Asi ve çok kararlı.

 

Çocukken dağ, dağa benziyor; deniz, denize. Büyüdükçe hiçbir şey şaşırtmıyor artık.

 

Bin sene de yaşasak hep birbirinin tekrarı zamanlar yaşayıp duracağız. Doğa ise yeniden doğup yeniden her şeyin keyfini sürecek.

 

Aytuğ Kargı: Esinlenmeye çok açık olduğunuzu belirttiniz. Bu isimleri sormak istiyorum. Belki kendi okuma deneyimlerimdendir, yer yer Bilge Karasu, Beat kuşağı ve kayıp kuşak yazarları tadında cümlelere rastladım. Konformizm karşıtlığı sanıyorum Beat’ten geliyor. Bireyin doğa karşısındaki anlatısı ise Bilge Karasu gibi. Gerçi Brecht, Orhan Veli, Baudelaire gibi isimleri görüyoruz alıntılarınızda. Hatta Dali’nin tablosunun ismini de başlık olarak seçmişsiniz. Kitapta belirttiklerinizin dışında kimlerden esinlendiniz?

 

Halil Demir: Zor soru. Ama kopya verdiğin için andıklarından başlayayım. Beat şiiri ile Ece Ayhan arasında her durakta bir inip çıkmışlığım vardır. Skalayı daha da genişletmek mümkün. Rimbaud benim kutsalımdır. O varken geriye kalan her şey biraz yavan kalır. Onu düşündükçe tek kelimeye gitmez kalemim. Yazmak nafile. Herif yazmış işte ne varsa! Daha da zırvalamaya gerek yok. Vazgeçilmez bir eylem olmasa asla cesaret edemezdim tek bir cümle için bile bir daha yazmaya. Ama yazmak var işte. Sait Faik var, Ritsos var, dünya var, şiir devam ediyor. Hikâyelerimiz bitmek bilmiyor. Biz varız ve yaşanacak bir hayatımız var, çok zaman yazmaya değer olmasa bile.

 

Aytuğ Kargı: Son olarak kitabın bitiş cümlesini sormak istiyorum: “Sonuna geldiysen hikâyenin başını henüz yakalamadığın içindir.” Bu cümle beni çok etkiledi ve tekrar başa dönerek her hikâyeyi yeniden okudum. Sonra bu cümlenin hayatta karşımıza çıkan engeller için de söylenebileceğini düşündüm. Sizin de bahsettiğiniz gibi, toplum engelleri, normlar, kapitalizm… bu cümle kurguda neye hizmet ediyor? Nasıl bir düşüncenin ürünü?

 

Halil Demir: Kitabın ve hikâyelerin can alıcı noktası bu cümledir. Hiçbir hikâyenin tek bir sonu/sonucu yok. Hiçbirimizin de yok belki de. Bizim tek bir kimliğimiz , inancımız olmadığı gibi. Okura da bir düello çağrısı yazar cephesinden. Geri dön ve bak bana. Yaşamaya devam edebilmen için karşındakini öldürmen gerekebilir hikâyenin sonunda. Tahrik ediyorum. Rahat ol. Karşındaki ben değilim. Sana dayatılan şekillerdir, normlardır. Sana mama diye verilen zehirlerdir, bebekliğinden beri. Haydi durma bas tetiğe ve kurtul bunca şeyden. Ergenliğinde de mi hiç duymadın: Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyin yok! Annenin müşfik sesini bastır. Sıfırcı öğretmenin buyurganlığını unut. Reklamları kapat, vitrinlere bakma.

Bundan sonra devrim falan yapacağımız yok bari kendini kurtarabilen kaçsın bu cezaevinden. Kaptan’ın seyir defterinde kaçış için bir harita var, onu çözebilen kaçabilir.

Yanlışlarla ve yalanlar dolu hikayelerin içindeyiz belki de. Hikayeleri tersinden bir daha okumak gerekebilir her şeyi anlayabilmek için gerisin geri.

Barınma, beslenme ve cinsellik gibi ilk ihtiyaçlarımız hâlâ bizi mutlu etmeye yeter ama bunların tadını çıkarmak yerine alış veriş sepetimizi doldurmaya sonra da kredi kartı ekstremizi ödemeye adıyoruz her şeyi. Böylesine ağır bir bedeli ödemeye değmiyor, sabah yedide kalkıp işe gittiğimiz hayat.

 

Kapitalizm ya da modern toplum önümüze bir hikâye koyuyor ve bir şekilde oynuyoruz hepimiz. Nasıl oldu anlamadan bir bakmışız sonuna gelmişiz. Önümüzde bir daha yaşayabileceğimiz bir hayat yok. Tekrarı yok bunun. Sondan geriye dönüp bakınca her şeyin yanlış kurgulandığını, daha ilk düğmenin yanlış iliklendiğini fark ediyoruz. Hemen vazgeçip düzeltmek yerine geri kalanları da ilk düğmeye uydurduğumuzu görmek büyük bir trajedi.

 

Çocukluğun büyülü ve sınırsız dünyasında hemen müdahaleye uğradık. Tecavüz bu. bundan sonra toparlamak kolay olmuyor. Kalan hayatı bir aileye, bir inanca, bir ülkeye ya da 120 ay vadeli bir konut kredisine feda edebiliyoruz. Ömürlük bir intihar aslında bu yaşadığımız. İşte bunu geriye sarmalıyız. Çünkü yanlış okuduk kendi hikayemizi ve yeniden yazmalıyız onu, diyorum.

 

Son olarak, her bir sorun için teşekkür ediyorum. Sorularını düşünürken yeniden başladım her hikâyeye sanki. Benim için kitabı ve hikâyeleri kurtaran birer can simidi oldu her bir soru. Anlaşılmamış olmanın hüznünü ve moral bozukluğunu attım bu sayede.

Sorduğun noktalar gerçekten çok şey kattı, hem hikâyelere hem de bana. Algına, yüreğine sağlık.

Aytuğ Kargı: Ben teşekkür ederim, tekrardan. Sizin gibi içten bir yazarla konuşmak edebiyat algımı genişletti. Akademide edebiyat sanırım hayatın kendisinden kopuk ilerliyor. Metinlere tarihsel açıdan bakmak, metinlerin içindeki duyguların ve yaşanmışlıkların algılanmasının önünde bir engel gibi. Bu açıdan cevaplarınız ders niteliğinde oldu. Bu güzel karşılaşma için minnettarım.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu