Osman İlhan | Keder Apartmanı (Öykü)

“Bazıları doğrularını öylesine sahipleniyor ki, kendi doğrularını anlatma denemelerin satrançta mat olmuşken hamle yapmaktan öteye gitmiyor.”
| Osman İlhan

Otun kötüsü çabuk büyürmüş. Büyüdüğünde de bahçedeki tüm çiçeklere zarar verirmiş. Büyümese iyiymiş ama düzen buymuş, illa ki büyürmüş. Öyle derdi anam ben çocukken, henüz düşlerim kirlenmemişken. Akrep ile yelkovanın bağımsızlığını ilan ettiği bir zaman dilimine düşmüş gölgem, ben de hızlı büyümüşüm. Boşa gitmemiş toprağa akıttığım gözyaşları. Her bir damlasını köklerim emmiş de emmiş. İflah olmaz bir gereksiniş. Kaç yıl geçmiş? Otuz beş kış geçti diyor onlar. Onlar? Fikirlerinin gölgesi çok nadir görülse de hep söyleyecek bir sözü olanlar.

Hah! Onlarla ilk defa sekizinci kışımda tanıştım. Evin salonunda yan yana dizilmiş, babamın duvarda duran ve gözlerine sızmış sabahın şavkından bir düğün çıkışı çekildiği muhtemel resmine bakıyorlardı. Duygusuz yüzlerine vuran perdeden zor sızmış güneşin ölgün ve kasvetli ışığı, hissiyatsızlıklarını daha da katmerliyordu. Hissiz kere hissiz. Annem salonda yoktu. “Şuramızda ne yazıyorsa o” dedi, eliyle alnını işaret ettikten sonra ustaca bir çeviklikle gevşemiş eşarbını çenesine iyice sıkıştıran kadın. Yaa yaa dediler hep bir ağızdan. Utandım. İnsan, başkasının sorumluluğundaki kelimelerden de utanır, bunu ilk o gün anladım. Sonra, “Ama ölenle de ölünmüyor ki bacım” dedi bir diğeri. Bunu yaparken onu daha derin ve zeki gösterdiğini sandığı gözlerini kısışını yapsa da, ‘ama’ ile başlayan bir cümlenin hiçbir anlam deryasında damla dahi olamayacağının bilincinde olmayacak kadar sığdı. Tabi tabiler yankılandı odada. Öbürü yudumladığı çayının ardından, “Güzel de kadın Sabine, genç yaşta dul kaldı, yazık” dedi. Tüh tüh! Yaradılışın, yaşayışın, ölümün ve hatta ölümden sonraki hayatın felsefesini kırıntılıyorlardı kendilerince. Üstelik bunu yaparken de ben duymayayım diye tonlamalarına alçak sesle konuşan alçaklara özgü bir hal takınmayı ihmal etmiyorlardı.

osman-ilhan-2
Osman İlhan

O gün o evde sekizinci kışımın şimşekleriyle yoruldu kulaklarım, yağmurlarında tomurcuklandı utancımın çiçeği. Bu çiçek ki uzamayı, büyümeyi bir maharet sanıyor. Büyüdü, serpildi zamanla. Rahiyasını yaydı yaşanmamışlığıma. Gölgeme dahi sinmiş, hiç geçmeyen bir koku. Tüm gönül bulantılarımın kaynağı.

Önce bedenim büyüdü sonra zihnim. Artık babamın gittiği yaştayım. Evet gitti. Sadece babasız büyüyenlerin bileceği şeydir bir babaya öldü dememek. Gitmektir bu olsa olsa. Bavulunu hazırlayıp gizlice gitmek. Ve mümkünse geceleyin, evlatlar uykuda bir rüyadan ötekine atladığı sırada. Kapıdan çıkarken çocukları görsün istemez. Nereye demelerinden korkar. Cevabı yoktur çünkü bu sorunun. Döneceğim dese utanç, gitmeliyim dese ölüm. Nerden baksan uçurumdur. Kuraldır bu, babasız büyüyenler öldü demez, bir gidiştir bu; bir rüyanın içinde hapsolmuş ruhlarının, ‘nasılsa saatin sarkacı sabahı vurmadan babam geri dönecektir’den hallice fantazmagorisi.

Yaşamımın, bir şeylerin bir şeyleri değiştiremeyeceğini, değiştiği sanılanın aslında yaranın üzerine bir yarabandı yapıştırmaktan ibaret olduğunu ve eninde sonunda o yaranın yeniden kanayacağını, hiçbir yarabandının yarayı kabuk bağlatmadığını, sadece ıslak tuttuğunu kavradığım bir evresinde, pencerenin pervazında oturmuş şehri izliyorum. Yalnızım, sigara ve çayı saymazsak. Akşam henüz dağlardan inmedi. Güneş yamaçlarda son devriyesinde. Caddeden geçen yalnızlardan olma kalabalıklara bakarken ciğergâhımı dumanla dolduruyorum. Sigara aynı sigara ama uzun zamandır tadı aynı tat değil. Acı. Öksürtüyor, o öksürttükçe düzelmesi için bir duman daha alıyorum. Elması elmasla yontmak gibi. Yağmur çiseliyor. Damlaların camda tutunamayışının ardında bıraktığı çizgilere dalıyorum. Kısa sürede yok oluyor çizgiler. Sonra bir yenisi daha geliyor ve yok oluyor. Hayat gidenlerin ardından geride bıraktığı izleri ne de çabuk yok ediyor diye düşünüyorum. Bu sırada radyodaki tiz sesli kadın ağzında Türkçe ile Fransızca arası bir şeyler çiğniyor, “Sıradaki eser Erik Satie’den Gnossiennes.” Piyano tuşlarının her bir tınısı bana yalnızlığımı hissettirse de aslında Erik Satie’nin bestelerken yaşadığı yalnızlıktan rol çalıyorum. Bu bir itiraf gibi geliyor ve kendime ait bir yalnızlığımın bile olmayışına içerliyorum.

Son tutunamayışımın üzerinden on ay geçti. Yani işten ayrılışımın. Denedim. Ne zaman hayata sıfırdan, sıfır sıfırdan başladıysam maçın sonunda hep yenilen taraf oldum. Tutunamadım, düştüm haliyle. Ve her düşüş yeni bir insafsız zemin deneyimiydi. Artık beş yıl sonra kendini nerede görüyorsun sorusuna yalan söyleyecek gücüm kalmadı. İnsan bir kere akıntıya kapılmaya dursun, kimse tutunacak bir dal uzatmıyor. Çırpınmak ise uçuruma ulaşmanı hızlandırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Uzun süre önce bir bavul hazırladım kendime, kapının girişinde durur. Tıpkı düşlerimdeki babamın bavulu gibi. Kahverengi yüzeyi eprimiş. Gitmeyi özlemlediğim bir yerin olduğundan değil bu hazırlık. Beni arzulayan bir varış yeri olduğundan ise hiç değil. Yolsuzum. Babam giderken tüm yollarımı, ihtimallerimi alıp götürdü. Sadece hazırladım. Birkaç kitap, resim ve fotoğraf makinesi. Nedensiz, niçinsiz, öylesine.

Belki de anlamını denetleme gereği duymadığım tüm bu hareketlerim, dibe demir atmış herkeste ortak olan güneşi arzulama belirtileridir, bilmiyorum.

Kapı çalıyor. Gelen Keder Apartmanı’nın kapıcısı Haham. Ona bu ismi ben koydum. Sayısız mevsim görüp solmuş kasketinin yanlarından fırlamış saçlarını ona bakanları deli etmek için uzatmış sanki. Sırtındaki kamburdan ortalama kırk yılın yükünü taşıyor olması muhtemel, hoş, ona sorulsa bunu bütün gün bir aşağı bir yukarı çıkmasına bağlayacaktır. Yüzünde yaşlılığa direnmemiş, zamanın değişken mizahına kendini koyvermiş adamlara özgü beliren keder çukurları ve bu çukurları doldurmak için özensiz uzatılmış sakalları, bana küçükken okuduğum bir Rus romanındaki karakteri hatırlatıyor. Ruh ticareti yapan adamı. Garip biri bu Haham. Dudağının kenarına sıkıştırdığı sigarasıyla türkü söyleye söyleye apartmanı arşınlamaktan ibarettir hayatının devinimi. Her şeye uydurduğu bir türküsü vardır. Sanırsın Gal Ozanı. Sohbeti desen muhalefet gibi karamsar, iktidar gibi sıkıcı. Bana dokunmayan yılan bin yaşasından hallice tipik bir orta yolcu. Yani onlardan. Sevmiyorum işte onları. Onlar?

Buyur Haham diyorum, o her zaman olduğu gibi bunu Ağam olarak anlamış olacak ki bir üstten bakış, bir kibirlenmenin kıvrımlarına sahip gülüş yolluyor bana. Birinin gerçek yüzünü görmenin en iyi yolu ona duymak istediklerini söylemek. En katısı bile dayanamaz, gardını indirir, denetlemekten vazgeçer kibrini, olmamışlığını. “Aidatlar için geldim beyim” diyor, “En tepedeki büyük Bey gönderdi beni.” Sözlerinde kararlılığın tonu. Tam, daha geçen gün vermedik mi diyecekken Hahamın yedi aydır ödemiyorsun ulan diyen bakışları beni bundan alıkoyuyor. Şöyle bir ceplerimi yokluyorum. Boş. Tükenmişim, sıfırım, cenderedeyim. Parmaklarımla gözlerimi yokluyorum. O da kuru. Bulutlarım yorgun, yağacak takati yok.

Evin içinde dört dönüyorum. Yorgan aralarına sıkıştırdığım kötü gün tesellilerimi, halı altına süpürdüğüm ruh kırıntılarımı arıyorum. Yok. Bu zamana kadar içimdeki huzuru hep cepten yemişim. Kimseye verecek bir duygum kalmamış. Ve görecek bir şeyim… Ah! Ölecek bir şeyim hatta…

İnsanın

hislerini

hissetmediğini

hissetmesi

ne garip şey!

Çaresizliğimin tüm iç çekişlerini tek bir hırıltıyla dışa vursam da anlamıyor Haham. Olmazlanıyor yine. Kapıcı kapıcı bakıyor yüzüme. Şöyle bir yokla kıyıda köşede kalmıştır biraz ‘Sen’ diyor. Kelimeleri ağzından tükürürken takındığı yüz ifadesini izliyorum. Anlayış yok, tebessüm yok. Acıma, belki. Bazıları doğrularını öylesine sahipleniyor ki, kendi doğrularını anlatma denemelerin satrançta mat olmuşken hamle yapmaktan öteye gitmiyor. Bir kulaktan giren daha vicdan süzgecinden geçmeden nereden çıkarım diye telaşlanıyor. Haham da onlardan biri. Kapıcı suratından belli. Bak Haham kardeş diyorum, bir süredir kendime sıkıştım, idare et öderim elbet. Bu söylediğim tümüyle yalan değil; yazgıma bir yokluk sinmiş. Ama tamamen dürüst bir şekilde söylenmiş de sayılmaz. Evet, uzun zamandır gelişine gidiyor iyi olan, durmuyor, yerini yadırgıyor. Acılarsa kalıcı. En çok acılar sığınmacı. Sonrası ufka kadar uzanan boğunç. Dürüst olmadığım kısımsa idare edilmek isteyişim. Bir şeylerin düzelmeyeceğini iyi biliyorum.

Haham, yüzünde aynı dünyaya metelik vermez ifadeyle sigarasını tüttürüyor. Ben de yakıyorum bir tane. Yine acı. Gözüm kapının kenarındaki bavula takılıyor. Babamın çıktığı yolculuklardaki mevsimlerin yıpranmışlığı, geçtiği ormanların terütaze kokuları tahrik ediyor beni. Öyle hayal ediyorum. Bir delilik yapmaktan korkuyorum. Uzun süredir elimin yetişmediği yerden tatlı tatlı kaşınan bir delilik.

“Bende kalan son Ben’i uzun yıllar önce, henüz dünyayı tanımadığım, insanlık komedyasını kavramadığım bir kış günü, babam giderken ona yolluk yaptım” diyorum sabrımın düştü düşecek ses tonuyla; yolsuz kaldım ulan işte. Ha! Ağzındaki sigara şükür sönmek biliyor. İzmaritini yere attığı gibi topuğuyla eziyor. Can çekişiyor yerde duman. Tavırlarında nasılsa ben temizliyorumun rahatlığı var. Bu defa kelimelerini tükürmüyor, kusuyor adeta. Neden sinirlendiğimi, kendisinin sonuçta bir emir kulu olduğunu, benden aldığı Ben’i kendinde harcayacak hali olmadığını, böyle bir şeyin imasının bile onda ne kadar kötü bir his uyandırdığını, zaten en çok da kul hakkından korktuğunu, hem ben ödemezsem, o ödemezse, diğeri ödemezse bu apartmanın nasıl döneceğini, bir düzen olduğunu, eğer ki ödeyemeyeceksem de ona kıvranmamın boşunalığını, çıkıp Yönetici’den af dilersem belki bana süre tanıyacağını söylüyor.

osman-ilhan-3

Sonuçta O, koskoca Keder Apartmanı’nın yöneticisiymiş. Her şeyi gören ve işiten… Elleriyle yapmış bu binayı, hemi de altı günde.

Canıma tak ediyor. Bavulu kaptığım gibi üst kat merdivenlerine fırlıyorum. Bir cinnetin arifesindeyim. İkişer üçer çıkıyorum merdivenleri. Nabzım deliliğe atıyor. Handiyse uçacağım. Yöneticinin katına vardığımda tüm katlardaki rutubet kokusu yerini menekşelerin, kasımpatlarının, erguvanların hoş rahiyasına bırakması beni sakinleştiriyor. Duvarlar yeni boyanmış bembeyaz parlıyor, alt katlardaki döküntülerin aksine. Sessiz mi sessiz. Ölen kadınların çığlıkları, giden babaların ayak sesleri, aç çocukların iniltileri, bir annenin feryadı, bir sevgilinin hıçkırıkları buraya kadar ulaşmıyor. Çıt yok. Hiç! Kendimi koyversem neredeyse buraya neden geldiğimi, az önce düştüğüm sinir harbini unutacağım.

Başımı sağa sola sallayıp silkelendikten sonra, otuz beş yıl öncesinden kalma günahkâr ellerimle besmelesiz çalıyorum Yönetici’nin kapısını. Buyur diyor, af dilemeye mi geldin? Ağzının kenarından kan sızıyor. Sakallarının arasında düş kırıntıları var. Sofradan kalkmış belli. Kim bilir menüsünde ne var diye düşünüyorum. Biraz daha kapıya doğru yaklaştığımda burnuma, ertesi günkü mahalle maçını düşleyerek uyumuş ama bombalar tarafından ölüme uyandırılmış bir çocuk kokusu geliyor. Utanç. Adaletsizliğin kesif kokusunu bastırmak için derin bir nefes aldığım sigaranın dumanını kesik kesik bırakıyorum. Yönetici üzerime sabitlediği bakışlarıyla yineliyor, “Af dilemeye mi geldin?” Dilimin altında nereden geldiğini, nasıl oluştuğunu bilmediğim bir ‘artık’ topaklanıyor. Bir insan için yolunda gitmemeyle başlar kötü talih. Ardı arkası kesilmez darbelerin. En sonunda ortada yol bile kalmaz. Bu yüzden yolsuz kalanlar için ‘artık’ kelimesi önemlidir, başkaldırış, son bir çığlıktır. En önemlisi de bavuluna yüklediğin utançları bir kenara fırlatıştır ‘artık.’

Ben de bunun bilinciyle artık diyorum, artık sana Rahel gibi yakarmayacağım!

osman-ilhan-4
Osman İlhan

Yazan: Osman İlhan

İlginizi çekebilir: Manaki Kardeşler

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu