Osman İlhan: Hiç mi? Hiç!
Okulun demir parmaklıklarının arkasından sarmaşığın inatçı dalları gibi sıkı sıkıya sarıp sarmaladığı, ciğergâhını saçlarının kokusuyla doldurduğu kızının mavi bir kalabalığın arasına karışıp gidişini izledi bir süre. Yüzünde aklına düşmesinden korktuğu sıkıntıların onulmaz ifadesi vardı. Ya dönüp bakarsa diye düşündü. Ya! Ah’landı. Hem onu son kez görmeyi ölesiye istiyor hem de zihninde bir fotoğraf karesi daha taşımaktan korkuyordu. Yorgundu. Yaşanılan olaylar ne şiddette olursa olsun insanı yıkanın, ruhu enkaza çevirenin tek bir resim karesi olduğunu bilecek kadar yaşamıştı hayatı. Ezra’sından olma bilinç bu. Miniğinin annesi. Hisseden kıssasız.
Akşam olup güneş saçtığı ışıklarını miskin miskin toplamaya başladığı sıradan bir kasım ikindisinde kaybetti meleğini. Ona hep böyle seslenirdi. Meleğim. Gitmişti. Biri hayatından hızla çıktığında, kötü anılar acı verse dahi bir nebze de olsa güzel olan anılara tutunur insan. Ama onun gidişi ani olmamıştı. Bir hastane odasının penceresinde mevsimler mevsimlere hüznünü devrederken, her an her dakika yüzünün fotoğrafını zihnine kazıyarak gitti. Benden sonra kızımıza iyi baklardaki gözyaşı, sen dağınık adamsın seni toparlayacak bir kadın lazımlardaki tebessümü, keşke böyle olmasaydılardaki iç çekişi, seni seviyorumlardaki veda tınısı… Kare kare. Göz kapakları ne zaman birleşse yarım kalmışlığın albümü karşısında.
Hep mi?
Hep.
Şimdi sadece düşleri kirlenmemişlerin girebildiği bir ilkokul bahçesinin, düşleri lekelileri dışarıda tutabilmek için örülmüş demir parmaklıklara yüzünü dayamış, albüme yeni bir resim eklenmemesi için dua etmekte.
Lütfen dönüp bakma kızım!
Kısık gözlerle süzdü kalabalığı. Maviliğin içinde kaybolup gittiğini sandı ilkin. Doğrusu sanmak işine geldi. Biraz daha dikkatli bakınca yüzlercesinin arasında gözlerindeki parıltıyı gördü. Suyu bulanmış ömründe parlaklığından en ufak bir şey kaybetmeyen, istiridye misali ışıl ışıl varlığını belli eden tek şeydi onun gözleri. Karanlıkta yolunu kaybetmiş gemicilerin sığındığı deniz feneri bakışlara sahipti. Tıpkı Ezra gibi… “Baba okul çıkışı geç kalma” dedi, ellerini sağa sola sallayarak. Yüzünde sıcak bir gülümseme vardı. Artık korktuğu olmuştu. Albüme bir resim daha eklenmişti. Negatif imge. Aldı onu ve büyük titizlikle zihninin en ulaşılmaz köşesine yerleştirdi. Bir sigara yakıp ateşiyle mührü dağladı.
“Babaaa” diye bağırdı tekrar. Önce sarsıldı, sonrasında gelen sesin yankısındaki artçıda yıkıldı. Tam da bu anda tamam kızım demesi gerekiyordu, okul çıkışında burada seni bekliyor olacağım, seni almayı neden unutayım ki. Sahi, neden unutsundu ki? Ama konuşmadı.
Hiç mi?
Hiç.
Yokuşlu yoldan aşağı ayaklarını boşa alarak yürüdü. Nereyeydi? Aklından geçen nereyesine verecek bir cevabı yoktu. Bundan sonrasını planlamamıştı. Tüm planları okulun kapısında son buluyordu. Tek hissettiği şey yürümesi ve buradan olabildiğince uzaklaşması gerektiğiydi. Sokakta oynayan çocuklara dokunmasın diye güneşi engellemekle yarışan binaların arasından geçip kırkmerdivenden aşağı indi. Saydı, tam otuz altı merdiven. Eskiden (Ezra’nın gidişinden önce) olsa kendini dört merdiven kandırılmış hisseder, ardından saatlerce bunun hakkında felsefe yapardı. Ezra da onu derin bir sükûnetle dinler, sözünün bittiğini anladığında “hayatım altı üstü dört merdiven, takılma bu kadar” derdi. Yine de takılırdı. Fakat bu defa takılmadı. Çünkü kelimeler ister anlamlı olsun isterse saçma, başka bir kulak tarafından mana bulmadığında havayı dövmekten başka bir işe yaramıyordu. Ezra giderken tüm manalarını da alıp götürmüştü. Artık kendini hiçliğin sınırındaki bir hiç gibi hissediyordu.
Hep mi?
Hep.
Çünkü kelimeler ister anlamlı olsun isterse saçma, başka bir kulak tarafından mânâ bulmadığında havayı dövmekten başka bir işe yaramıyordu.
Sahile vardığında kıyı insansızdı. Günün bu saatinde hep böyle olurdu İzmir. Şehir öğle sıcağında hafif kestirirken kimsesiz kalırdı kıyıları. Yalnızca gidecek bir rotası olmayanlar görülürdü kıyılarda. Deniz her zaman rotasızları kendine çekerdi. Bulduğu ilk banka oturup, kayaların gölgesine sığınmak için birbiriyle yarışan dalgaları, aynı dalgalar kıyıya vurduğunda çıkan beyaz köpüklerin yavaş yavaş yok oluşunu, az ilerideki vapura üşüşen martıların kanat sesinin rüzgârın sesine çarpışını izledi. Kuru ve solgun dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasını yakmak için ceplerini yokladı. Bulamadı. O esnada üzerine bir gölge düştü. Üstü başı pejmürde, giysileri yüzünün derisi kadar eprimiş bir adamdı gördüğü. Öyle ki, uzun süre bakılacak olsa insanın gözünü acıtacak kadar yıpranmıştı. Bankta kimse yokmuşçasına rahat bir edayla oturup ter ve şarap kokan elleriyle kibrit uzattı. Bunu yaparken de üzerlerinden geçen ve çıldır çıldır gözlerle bakan martıya gülümsedi. Belli ki berduş diye düşündü. Hani şu kalabalık caddelerdeki insan akıntısına, oturduğu kaldırımdan acı acı gülen türden. Sigarasını yakıp teşekkür etti. Paketi ona uzattığında adam olmazlandı, yirmi yıl önce bıraktım bu naleti dedi. O da üstelemedi.
Aralarındaki uzun süreli sessizliği ciğerlerindeki dumanı boşaltırken çıkardığı “tutunamıyorum” bozdu; bir yabancıya açılmaktan ziyade, kendi kendine konuşurken bir yabancıya yakalanmanın tedirginliğinin yarattığı, içine içine yankılanan bir tonla. Alışıktı bu tona. İçine içine. Yetimhane yıllarında sözün tohumlarını dilinin ucuna ekip gözyaşlarıyla sulasa da nafile, daha filizlenip cümle açamadan ölürdü. Bilirdi ihtiyacı olan şeyin bir çift gözün parıltılı ışığı olduğunu. Aradı da. Ama yüzünü ne zaman insanlara dönse hep buluttu gördüğü, hep gece. Böyle böyle kurudu toprağı. Çorak. Ta ki bakışı onununkiyle kesişene, varlığı varlığına denk gelene kadar. O, mahpushane avlusuna öykünmüş yetimhane bahçesinde ağlayan kız. Saçındaki örgülerde annesizliğin özensizliği, sırtında ise babasızlığın kamburu. Ezra. Tıpkı kendi gibi. İki düşün aynı düşe düşmesi gibi.
Tutunamıyorum diye aynı tonda yineledi. Adam ise tepkisiz bir şekilde gözlerini ufka uzatmış, sanki bu ahlanmanın devamının geleceğini biliyordu. Yüzündeki tebessümde yüzyıllardır bu bankta her gün sayısız kişinin ahlanmasını dinlemişliğin derinliği var. Berduşun bu tepkisizliğini başta garipsese de, daha fazla dayanamayıp kendini bu derinliğe bıraktı. Ezra gittiğinden beri tutunamıyorum dedi, aslında ben hiç tutunmuyormuşum, beni bu yaşıma kadar tutan oymuş, bunu o gidince anladım. Düşüyorum, evet, hızla. Üstelik kızımı da sürüklüyorum kendi boşluğuma. Denedim. Bu keyfi bir koyvermişlik değil ki. Her yeni güne başlarken sözler doğurdum kendime. Güçlü olacağım, onun için savaşacağım, hiçbir sızıya teslim etmeyeceğim ruhumu, onun bana ihtiyacı var, onun bana ihtiyacı var, bana… Olmadı. Her defasında umudum kelebek gibi bir gün sürmeden öldü. Ruhum dağılmış, un ufak olmuş bir kere, toparlayamıyorum. Ezra! Ah! Meğer annenin güneşiymiş babanın gölgesini yaratan. Artık gölgesizim.
Konuşurken gözleri nemlendi. Dokunmasalar da yağacak kadar gevşemişti göz kapakları. Bir sigara yaktı peşi sıra. Acıyı acıyla dağlayanlardandı. Elindeki paketi bir kez daha uzattıysa da kabul etmedi berduş. Yirmi yıl dedi.
Uçurtmanın hışırtısına kaldırdı başını. Berduş da öyle. Oturduklarından beri ilk defa dikkatini bir şey çekmişti. Yorgun gözlerinde ne kadar derin olduğunu kestiremediği hüznü gördü. Dipteyim diyen yeni bir dip keşfederdi onun gözlerinde. Kendi derdini sığ hissetti onun yanında. Elini göğe uzattı berduş, biraz zorlasa sanki dokunacak. Hem tam önünde hem de fersah fersah uzak. Acaba ipi tutan çocuk şimdi nerdedir diye mırıldandı, yüzündeki gülüşü hangi baba izliyordur… Gün yüzüne uzun zamandır çıkmamış, tozlu bir iç çekiş bıraktı havaya, İzmir’in poyrazı alıp götürdü gizlice. Kirden irin tutmuş parmaklarıyla sakallarını sıvazlayarak yüzünü yeniden suya döndü. Gözpınarlarından sızıp yanağındaki zamanın tahrip ettiği kıvrımdan süzülen bir damla yaş, denizin şavkı yüzüne vurunca daha da parlayıp yerini belli etti. Başkasının derdinden kaçıp kendi sızısına sarılanlara özgü bir ifadeyle, biliyor musun dedi berduşa, bana bir kadın ancak bir başkasıyla unutulur diyorlar. Halimin hâl olmadığını, kendime yazık edeceğimi, hadi kendim neyse de kızcağızımın harap olacağını söylüyorlar, iyi de bir başkasının gelip silgisiyle güzel olan yaşanmışlıkları silmesine, üzerine kendi hikayesini yazmasına nasıl müsaade eder ki insan? Ha! Edemez. Etmedim de zaten.
Sonra… dedi ve sustu bir süre. Sanki devamını getirse kanayacaktı. Yutkunmak istedi, olmadı. Dilinin ucuna gelen kelimeler boğazından geçmeyecek kadar iriydi. Sonra dedi berduş, tavrında yanında oturan adamın kelimelerinden korkmasının bıkkınlığı vardı.
Sonra?
Cebindeki pakete baktı göz ucuyla. Son tek. Berduşa uzattı. Yirmi. Yıkımım çoktan başladı dedi hırıltılı sesiyle, işin kötüsü kendi yıkımımı yönetemeyecek kadar güçsüz ve dirençsizim. Bu yıkımda kızıma yer yok. Gideceğim. Uzun süredir bunu planladım. Önce onu okula bırakacak ve bir daha oraya geri dönmeyecektim. Ardından kravatlı iki adam gelecek, belki bir de saçlarını kalemle topuz yapmış bir kadın olacak yanlarında, onu, yani miniğimi annesiyle babasının kavmine götürecek. Yetimhaneye. Büyüyüp ayakları yere sağlam basan bir kadın olacak. Hatta sevdiği bir adamın kıyısına vuracak teknesi, anne olacak.
Babasızlık yarım bir babadan iyidir.
Her halükârda varlığımın sancısını yokluğumda daha az hissedecektir. Kaç gündür kararlı olsam da her defasında dayanamayıp okul çıkışına yetiştim. Ona döndüm, kendimden uzaklaşarak. Ama bugün son. Gemimi şu açık denizde terk edeceğim. Uzağa, olabildiğince kıyıdan uzağa gideceğim. Bir daha dönmemek üzere…
Hiç mi?
Hiç.
Denizin yüzeyine güneşle yıkanmış bir ikindi vakti yayılırken, şehrin içinden bir zil sesi işitildi. Bir dalga vurdu kıyıya, rüzgârdan destek alıp şahlandıysa da taşmadı. Kanat çırpmaktan yorulan bir martı kendini hava akımına bıraktı. Ağır aksak doğruldu berduş. Seyyarıyla önünden geçen niyetçiden bir dal sigara istedi. Paket yoktu ama yoklanmadı niyetçi. Hızla tütün sardı. Bafra. Giderken ardında bıraktığı marul kokusu denizin yosununa fazla direnemeden kayboldu. Zil sesi tekrarlandı kulaklarda. Berduşun gözünden sızan bir damla yaş denize düşüp deryada hiç oldu. Adam onun bu kederli haline daha fazla kayıtsız kalamadı. Sahi dedi berduşa, hep ben anlattım, sen neden buradasın? Bu soru hançer gibi saplandı berduşun yüreğine, üç tur çevirdi içinde, kanadı. Pıt pıt. Kızım… dedi, devamını getiremedi. Sesi uzun süredir içinde unutulduğundan pas tutmuştu sanki, heceler bir araya gelmekte zorlanıyordu. Aldığı dumanı dışarı atarken sertçe öksürdü. Toz duman. Kızım geçen sene buradan kendini sulara bıraktı dedi, henüz yirmi yedisinde.
Bunun üzerine adam “neden?” diye sormadı. Berduş da “yirmi yıl önce sen o okul çıkışına gitmediğin için” demedi.
Aynı anda aynı kelimeleri sustular.
Hep mi?
Hep.
Yazan: Osman İlhan
İlginizi çekebilir: Manaki Kardeşler