Yanılsamalara Meyilli Adam | Osman İlhan | Öykü
Yanılsamalara Meyilli Adam
Kalabalık bir caddede yürürken, yanından geçenlerin yüzlerindeki kaygısızlığın yüzüne değmesinden yorulup, bir vitrin camında yüzündeki kaygıları tazelerken fark ettin onu. Aslında birçok detay vardı yansımada; annesinin kolundan çekiştiren çocuk, telefonda hararetli bir konuşmaya tutulmuş kadın, rengarenk şekerlemelerden olma poşetiyle yürüyen kır saçlı adam… Hepsi tıpkı akmaktan keyif alan bir nehir gibi geçip gidiyordu, hırçın ve ne sürüklediğini umursamaz. Nicedir akan her nehrin en sert kayaları bile zamanla aşındırdığını biliyorsun; geçip giden hayatın ruhta yarattığı tahribatı deneyimleyecek kadar kaldın kendi yazgının içinde. Belki de bu yüzden bakışların onun gözbebeklerine raptoldu; orada öylece durup sana bakmasında, akıp giden zaman nehrine bir ağaç inadıyla tutunmasında yavaşlamanın, hoyratça kullanılmamış bir yaşamın bildik izleri vardı.
Belki de ondaki bu izleri kıskandın. Yavaşlığın kıvrımlarını. Kim bilir…
Rastlantı değildi (ki tesadüfün kısmeti söyleminin oldu olası sende yarattığı yılgıdan dolayı öyle olsaydı bile kabul etmezdin) sadece bir karşılaşmaydı; dünyanın herhangi bir yerinin herhangi bir mevsiminde, görmeyenlerden çok gördüğü halde bakmaya tahammülü olmayanların kullandığı boydan boya sarı şerit çekilmiş bir sahil yolunda, yahut şehrin üvey evladı bir ara sokak kaldırımında iki çift gözün kesişmesi muhtemel bir andı. Başka zaman olsa durmaz, herkes gibi telaşlı adımlarla sürünün gittiği yöne doğru ilerlerdin. Evet sürü! Başkalarının adımlarıyla şekillenmiş patikaları takip etmek, ayak basmamış bir ormanda yürümekten daha güvenliydi. Durmak, sürünün gerisinde kalmak kaybolmaktı sana göre. Ve her kaybolanın bir avcısı vardı muhakkak.
Ama başkasının kurduğu hayalin peşinden gidenlerin eninde sonunda kaybolacağını sana söyleyen bu çift göze neden takılıp kaldın? Onun bakışlarından bir anlam çıkarmaya değmeyecek kadar basite indirgeyip neden yürümeye devam etmedin?
Yürüyebilirdin. Her zaman ki gibi en iyi yaptığın şeyi yapar, fısıltılardan olma herkesin arasına karışıp herkes olurdun. O andan geriye belli belirsiz, silik bir dizi fotoğraf karesinden başka bir şey kalmazdı hafızanda. Önemsiz, yaşanmasaydı da pek bir şey kaybetmeyeceğin bir an olur, zihninin unutuluşlar deryasına bir damla daha düşerdi en fazla.
Ama durdun
–da neden?
Sen ki son zamanlarda hiçbir şeye odaklanamayansın. Suratın asık; kimsenin yüzüyle kesişmiyor bakışların. Manzaran renksiz. Bir kuşun maviye süzülüşünü, tezgâhta kar suyu yemiş hamsinin parlaklığını görmeye tahammülün yok. Geçen gün sokaktaki çocuğun topa vurmadan önce “abi bak şimdi nasıl vurucam” dediğinde balkondan kendini apar topar içeri atıp “vurucam değil, vuracağım” diye zamane gençliğinin dizine kadar imla hatasına battığından yakındığını inkâr edecek değilsin ya! Oysa hepi topu çocuk.
Yoldasın, hızlısın da üstelik, ama yolunda gitmeyen bir şey var. Yolu katlanılmaz kılan, dahası varış yerini önemsizleştiren bir şey…
Hayatın insana yaşadığını hissettiren günlük devinimlerine karşı algılarını yitirdin belki de, yahut neşesi çekildi ruhunun. Kim bilir…
Düşüncelerini bir üşengeçlik almış yürümüş. Zihnin ise çöp yığını. Oysa kirli düşüncelerden arınmak, varlığının manasıyla yakından ilgilenebilmek, zihninin derinlerine kulaç atabilmek için tıpkı Demokritos gibi gözlerini oymayı dahi düşündüğün gecelerin oldu. Siyahın her tonuna sahip gecelerdi bunlar. Sadece düşündün. Yapamadın. Kibrin buna müsaade etmedi. Evet kibrin! Yüzleşmenin keskin oku sana her döndüğünde yedekte sakladığın bu yüz ifaden ne de acınası. Ne zaman bu haline bir kılıf uydurmak istesen görecek bir şeyinin kalmadığından dem vuruyorsun. Belki de haklısın; görecek bir şeyin kalmamıştı, yorgundu gözlerin. Ama kibrin kadar yorgun değildi ki bakışların.
Tolstoy’a öykünen gülünç sakalınla bir sahaf vitrinin önünde durmuş, camdaki yansımadan ona baktın. Korku ile merak arası hafif bir bakış. Unutamıyorsun o geceyi. Yüzünün yarısını Orwell’ın 1984’ü örtüyordu. Bir an için acaba bana mı bakıyor yoksa Orwell’a mı diye tereddüte düştün. Bakıyorsa utanç, bakmıyorsa uçurum, hep bir arada kalmışlık. Geride tek bir ama bırakmamak için doğurduğun yığınla keşke. Bir yerde okumuştun, insan bu hayatta en çok yapmak istediklerinden yaptıklarını çıkardığında keşkelerine ulaşır diyordu. Ya da onun gibi bir şeydi. Kabaca bir hesaplama yaptın. Çıkan sonuç seni sarsmıştı. Ben bunca keşkeyle ne yaparım diye düşündün. Keşke dedin, keşke zamanı geri alabilseydim.
Ve hesaba bir keşke daha yazdırdın.
Bir an için arkandaki o kaygısız, dünyaya metelik vermez yüz ifadeli insanların arasına karışmak için can attın. İçinde seni tutan, dizginleyen o el fırsat verse tiz bir çığlık atacaktın. Öyle bir anda, pat diye. Her türlü tonlamanın kaygısından uzak. Ama insanların sana bakmasından korktun. Ne tuhaftır ki insanların sana bakmasından korktuğun o gece, aynı zamanda Picasso’nun tablolarından fırlamış saçlarınla bir sahafın önünde durmuş, arkandaki yabancının camdan sana bakmıyor olma ihtimalinden de korktun.
Gerçekten orada mıydı?
Ürperdin. Çünkü yanılsamalara meyillisin. Yıllardır gölgesinden şikayet ettiğin dağ vardı hani. Tam karşında, uzansan dokunabileceğin. Baban. Güneşini engellediğinden yakınıp dururdun. Sana göre çıkılmamış yollarının, kurulmamış hayallerinin, yaşanmamış yarınlarının sebebiydi. Olumsuzu zorlayan tüm duyguların cisimleşmiş, ete kemiğe bürünmüş haliydi. Ama bir sabah uyanıp yalnızlığın o kızgın ateşi üzerine düştüğünde, sırf bir gölge bulurum umuduyla koştun oraya, dağa, babana. Gördün ki artık manzaran dümdüz ova. İş dönüşü çaldığın kapının açılmayışıyla yaşadığın büyük yanılsaman da var tabi. Annen. Sana kendilerinin var olduklarına ve her zaman yanında olacaklarına inandıranların hiç ummadığın bir anda teker teker yok olmalarına şahit oldun. Güvenmiyorsun. Kimseye. Hatta kendine bile… Aynanın karşısına her geçtiğinde kendini çimdiklemen, geceleri odan sessizliğe bulandığında diline bir nakarat tutturman bundan.
Ya yoksan?
Kalabalık caddelerin kaldırımlarında yürürken durup durup vitrin camlarında kendine bakman bundan.
Sahi, ya yoksan?
Gözünü kırpmadan sana bakarken fark ettin, bir şey vardı onun bakışlarında; bir his, koku, bir renk. Senin neden ona baktığını anlamaya çalışır gibi değil de daha çok, bir manzaraya dalıp gitmek gibi; saf ve beklentisiz. Olanı görüyordu, hilesizdi, gördüğünü olması istediği hale getirmeye çalışmıyordu. Onu daha yakından görebilmek için yüzünü biraz daha cama yaklaştırdın. Yaptığın hileydi. Olman gereken mesafeyi korumadın. Bir anda kayboldu. Doğrulunca yeniden belirdi, aynı yerdeydi, ne eksik ne fazla. Onu orada var eden şey aslında bir sokak lambasının yansımasıydı. Bakışlarınızın sarmaşığın dalları gibi birbirine kenetlenmesine derin bir oh çektin. Gözlerine, yanında duran varlığına baston misali sımsıkı tutunmuştun, gitse düşecektin.
Yağmur çiselemeye başlamıştı. Akan damlalar camdaki yansımanıza perde örmeye başlayınca, birazdan arkasını dönüp şehrin ara sokaklarında kaybolup gideceğini düşündün. Muhtemelen bir bekleyeni vardı; sıcak bir yuva, güler yüzden olma bir merhaba. Senden geçip başkasına gidecekti. Hep böyle olurdu zaten, kalmasını istediklerinin gidecek yerleri olurdu muhakkak. Sen sadece yönü gösteren tabeladan ibarettin. Koşullar ne olursa olsun yolun sonunda arzu ettiklerine varırlardı.
Sen hep yolu aradın ama hiçbir zaman bir yolcuya yol olamadın.
Bu olumsuzu zorlayan düşünceler sende tanıdık bir acıyı çağrıştırdı. Geç kalmışlığın acısı; hayata, aşka, güzele, güzel olana… Panikledin. Nabzının hızla atmasının yarattığı o korkunç his, ağzından hızla çıkan buharın camda koca bir buğu oluşturmasıyla kendini ele verdi. En son Hale giderken böyle olmuştun. Düzen kurma bahanesiyle oyalamıştın kızı. Aslında bir beklentisi de yoktu ya Hale’nin. Başımızı sokacak bir evimiz olsun, gerekirse nefesimizle ısıtırızdan hallice kızlardandı. Saftı, temizdi. Ama mevsimler mevsimlere devrolurken bahsettiğin düzen hiç gelmedi. Bir kadının sabrının uçsuz bucaksız derya olduğu yanılgısına kapılanlarla aynı oldu yazgın. Gitti. Gerçi görüştüğünüz son gece ‘bitti’ derken bile parmağındaki yüzüğü çevirişinde aslında gitme demeni bekleyen bir tavır vardı. Hani söylesen, gitmek bir yana dursun, öncesinden daha da fazla gelirdi sana. Senin bir kelimene duvarları yıkılırdı.
-deseydin.
-diyebilseydin.
Sustun. Bu kadarı yeterliydi senin için.
Yağmur hızlandıkça yansıma yanılsamaya evriliyordu. Acaba ona eve gitmeyi teklif etsem, bir şeyler yesek, eğer o da beni severse gitmese, bundan sonra benimle yaşasa diye düşünecek kadar ileri gittin. Aklındakilerin bakışlarına yansımasından korkup göz kapaklarını kırpıştırdın. Boğazındaki yumruları yutkunup konuşmak için cesaretini topladığın sırada o, gitmek üzere hareketlendi. Daha fazla bekleyemezdin, gidiyordu. Beklemedin de…
“Benimle gelir misin?”
Sesin ‘kim ne derse desindi, neyse neydi, ha gayretti’ tonlarına yakın, kekemeliğin ise sınırındaydı. Kelimelerin bir kütüphanenin unutulmuş raflarındaki kitaplar kadar tozluydu. Yine de anlamından hiçbir şey kaybetmemişti. Çaresizce bekledin. Ondan gelecek cevabı hem duymayı çok istiyor, hem de duymaktan ölesiye korkuyordun. Bir kez daha araf. Sana baktı. Yanlış bir karar vermekten çekinir gibiydi gözleri. Ya da sen öyle sanmıştın. Bir süre bekledi. Kalabalıkların arasına karışıp herkes olmadan, gözden kaybolmadan ve yanılsama listene bir yenisini daha eklemeden önce sorunun cevabını verdi:
“Miyav!”